bozuk makinamla çekilmiş mötiş bir fotoğraf |
adrenali yüksek, heyecanlı ama tehlikelisi de bol bir işe girişmeden önce çok düşünürsen o işi yapmaktan vazgeçersin. ben de çok düşünmedim ve arkadaşımın samsun’a otostopla gitme fikrine rasyonel bir şekilde yaklaşıp, olası hayati tehlikeleri madde madde saymak ve bu teklifi mantıklı bir insan gibi reddetmek yerine, teklifine sıcak yaklaşıp arkadaşımın da beklemediği bir çabuklukla bu planı onayladım. sabah dört sularında teklifi kabul ettim, çantalarımızı hazırladık ve gün ağarınca yola çıktık üsküdar’dan.
yaşamda birden verdiğimiz çılgınca kararlar, her zaman yaşadığımızı en derinden hissettiğimiz anlar olmuştur. gündelik hayatımızda sürekli başkalarının verdiği kararlara göre yönetilen, kendi kararları tahakküm altına alınan biz zavallılar, özgürlüğümüzü ancak bu kısa anlarda hissedebiliyoruz. hafta sonları ne yapacağımız, hatta tatilde bile nerede denize gireceğimiz başkaları tarafından sunulan olanaklar çemberinden çıkamıyor. kendimize alternatif bir yaşam alanı açmakta zorlanıyor, kısır bir döngü içinde yaşamak zorunda bırakılıyoruz. küçük paydoslarımızı alışveriş yaparak, film-dizi izleyerek, ya da başka uğraşlar yaparak, ama bunları hep tüketerek ve hep oyalanarak, gerçek anlamda yaşamaktan uzak, canlı bir organizma gibi değil, bir mekanik aksamlara sahip birer makina gibi geçiriyoruz. ve böylece insaniyetimizi kaybediyoruz. otostop da böyle bir yaşamda gerçekten soluklanmamızı sağlayabilecek, insan olduğumuzu ve yaşadığımızı hatırlatabilecek alternatif yollardan sadece biri. yalnız bir terapi değil, ayrıca hayat hakkında birçok şey öğreten bir ansiklopedi gibi otostop. tanıdığın farklı kişilikler, gördüğün yeni yerler, göz alabildiğine uzanan doğal güzellikler, yol boyunca çekilen sıkıntılar sağlam bir tecrübe katıyor insana. zaten verdiği heyecana değinmeye lüzum görmüyorum bile. ben bu karman çorman yazıda, en ziyade arkadaşımla yolda karşılaştığımız karakterlerden ve birlikte yaşadığımız duygu yoğunluğundan bahsedeceğim. işin 'yolda olma', 'teslimiyet', 'doğayla ilişki' gibi kısımlarına daha sonra umarım girebilirim.
on beş saattir uykusuz bir halde sabah saat altı gibi evden
çıkıyor ve kadıköyden otostop çekeceğimiz gebze gişelerine varmak için gebze
minibüsüne biniyoruz, ikimiz de birçok zıt duyguları bir arada yaşamaktayız, fazla
konuşamıyoruz, sadece yol boyunca kaç saatte gidebileceğimizi tartışıyoruz. planımız, gebze gişelerinden binerek daha önce hazırladığımız kartonun ön
yüzündeki ‘bolu’ yazan kısmını gişeden geçmekte olan arabalara göstererek
bolu’ya, daha sonra kartonun arka yüzündeki ‘samsun’ kısmını göstererek
bolu’dan samsun’a iki vasıta ile varmak. tabi bu en iyi ihtimal. ve tabi ki bu
kadar basit olmayacağı aşikar. zaten bu kadar basit olsa bu maceranın bir
anlamı da kalmaz. amaç biraz da zorluk çekmek, yıpranmak. hemen yanı başımızda
samsuna giden bir tır dursa binmeyiz yani. önce bir iki araca binilecek, arıza
tipler bize ölüm tehlikesi yaşatacak, ama ölmeyeceğiz, 200 km hızla sol
şeritten kayacak, arabaları zig zag yapıp geçeceğiz, sonra adını sanını
bilmediğimiz bir yerde bırakılacak ve kaybolacağız, soğuktan donmak üzereyken
şefkatli bir kamyoncu bizi alıp şehir merkezine götürecek, daha sonra
yılmayacak ve otostopa devam edecek ve yine bir serseri grup tarafından otostop
çektiğimiz ana lanet edip duracağız. evet, her şey bir yana, biraz da bunu
istiyorduk biz. ve belki de daha kötüsü başımıza geldi.
yaklaşık bir saat sonra gebe gişelerine varıyoruz. aha lan
diyoruz geldik, artık dönüşü yok. hayatımda ilk defa “bindik bir alamete
gidiyoz gıyamete” lafını bu kadar anlamlı bir durumda kullanıyorum. gişelere
yürüreyek varıyor ve bolu kartonunu göstererek otostop çekiyoruz. lan şansa
bak, ilk araç duruyor. böylece bir kırk iki
yaşında, evli çocuklu ve kayınbiraderi kocaeli belediye başkan adayı
olan, tokatlı ve yeni model toyota corolla sahibi bir abimiz ile kocaeli’ye
kadar yol katediyoruz. daha önce hiç yanımızdan ilk geçen arabayı durdurup
otostopla gitmediğimiz ve bugün bu rekoru egale ettiğimiz için mutluyuz kocaeli
otobanında inerken.
ama iş ondan sonra zorlaşıyor. adamın bizi bıraktığı yer
öyle bir yer ki, biraz önce indiğimiz gişe gibi arabaların yavaşlamasını geçtim,
herifler bizi görmeden hızla geçiyor, mına koduklarım bir de rüzgar bırakıyor
arkalarında, onunla uğraşıyoruz. dedik aha işte maceranın sonu, tem otoyolunun
ortasında saatte 200km hızla geçen araçların içinde kaldık. ki kalacaktık da. ama
on on beş dakikalık bir krizden sonra iş bizim lehimize döndü. sürpriz! mavi
bir mercedes durdu önümüzde. sevindik ama otobanın ortasında durup iki genci
arabasına alan iki adamdan beklediğimiz tehlikeyi arabaya binince net bir
tabloyla idrak etme şerefine ulaştık. ikisinin de kafası bir dünya idi,
içtikleri gözlerinden ve konuşma ve hareketlerinin yavaşlığından anlaşıyordu.
arkadaşla birbirimize bakıyor ama ne yapacağımızı bilemiyoruz. azami hıza
çoktan ulaşmış, sol çeritten yardırıyoruz. herifler yirmi yedi yirmi sekiz
yaşlarında gazi üniversitesi son sınıf öğrencileri. ankaralılar. tipleri ve
şiveleri ankaralı olduklarını tasdikler nitelikte. ikisi de hayli şişman. çok
konuşuyor ve çok gülüyorlar. Yaşadıkları maceraları bize anlatmaya başlıyorlar
ve sürekli gülüp gülmediğimizi kontrol ediyorlar. gülmezsen sıçtın. skerler
valla. yani gerçekten aklına ölüm geliyor o arabadayken. ölüme en yaklaştığım
anlar geliyor aklıma birer birer, çocukluğumda karabükte orman yolunda bisiklet
sürerken virajı alamayıp uçuruma doğru giderken son anda ayaklarımı fren
niyetine yere sürttüğüm aklıma geliyor. gezi eylemlerinde üzerime doğru gelen
tomayı hatırlıyorum. sünnetimi hatırlıyorum. ama hiç bu kadar burun buruna
olduğumu hatırlamıyorum. çünkü sonra öğreniyoruz ki adamlar sadece sarhoş
değil. adamlar esrarkeş! bunu öğrenmemiz fazla zaman almıyor, mercedese
bindikten on dakika sonra bir dinlenme tesislerine giriyoruz, neden girdik anlamıyorum,
ve her araba gibi normal park yerini değil, kimsenin olmadığı tenha bir yere
çekiyoruz arabayı. lan diyoruz içimizden, noluyo. ibneler torpido gözünden iki
paket esrar çıkarıp sarmaya başlıyorlar, ve biz ölüme bir adım daha
yaklaştığımızı düşünüyoruz. korktuğumuz başımıza geliyor. iki esrarkeşin
sürdüğü bir araba! amuda kalkıp sürsem daha iyi sürerim amk. neyse esrarı sarıp
yakıyorlar ve yola devam ediyoruz. şoför olanın her bir fırtında ben biraz daha
ölüyorum, samet (arkadaşım) ile gözümüz sürekli yolda. yan koltukta
oturanın anlattığı maceraları dinler gibi yapıp gülüyoruz ama götümüz kan
ağlıyor. yan koltukta oturan tayfun adlı esrarkeş bize o sırada inanılması güç
hikayeler anlatıyor. terör çatışmalarının devam ettiği sıralarda yüksekovaya
‘araba satın almaya’ gittiklerinden bahsediyor bir ara. yine böyle esrar
çektikleri bir günmüş, dört şişman fiat uno’ya sıkışıp gitmişler sadece
panzerlerin, tankların geçtiği yollardan. daha önce mecburi olarak gülen biz,
bu anıda kahkahadan yarılıyoruz. otun da etkisiyle adam cidden sağlam bir hitap
yeteneği kazanıyor. şoförse başlarda şüphelensek de, ot çeken, sarhoş ve
uykusuz birine göre maksimum güvenilirlikte sürüyor arabayı. sametle bunu
görüyor ve birbirimizi yatıştırıyoruz. hayatımız bu kafası güzel abimize bağlı.
yola devam ettikçe kanımız ısınıyor serserilere, hatta
serseri değil, birer adam artık onlar bizim için. istanbul’a birbirleriyle
girdikleri bir iddia sonucu gelmişler önceki gece, ilk kez gelmişler istanbula
ve hiçbir yer bilmedikleri için fazla gezememişler, bebek sahiline inmişler bir
tek. orda sabahlamış ve sabah ankara’ya dönmeye karar vermişler. eh işte kadere
bak, otobanın ortasında da anca böyle bir hikayeye sahip olan birileri alırdı.
ankara’da sürekli içip sıçarak hayatlarını geçiriyorlarmış. onlar anlattıkça
aslında ne kadar iyi yürekli ve kafa (!) karakterler olduklarını anlıyoruz.
bu iki ankaralı apaçi, normalde esrar içmeye devam
edeceklerken bolu dağında karşı şeritte gördüğümüz korkunç zincirleme kaza
sonrasında akıllanıyor ve esrar içmeyi bırakıyorlar. iki otobüs, bir tır ve bir
arabanın çarpıştığı korkunç kazada, üç dört saat sonra bineceğimiz bir tırın açık
radyosunda dinlediğimize göre üç kişinin öldüğünü duyacağız. ankaralı apaçiler
anlattıkça anlatıyor, biz de zorla da olsa gülmeye çalışıyor, hep olumlu
tepkiler vermeye uğraşıyoruz. artık esrar da içmediklerine göre samet’le bolu’da
inip dondurucu soğukta it gibi titreyip otostop çekmektense ankara’ya kadar bu
adamlarla gitme kararı alıyoruz. ve kaderin bizi bir araya getirdiği ve eğer
kader bir cilve yapmazsa bir daha ömrümüz boyunca hiç rastlamayacağımız bu iki
adam ile hayatlarımız kısa bir süreliğine de olsa temas ediyor ve ankara’nın
ismini bilmediğimiz bir semtinin samsun yolu istikametinde onlardan
ayrılıyoruz. güle güle apaçiler, hoşçakalın esrarkeşler, çok iyi adamlardınız,
kraldınız, ne kadar bizi götüm götüm korkutsanız da kalbinizdeki temizliği
gösterdiniz bize. esen kalın canlar.
ankara’ya kadar gelişimiz böyle. evrenin akışına bıraktık
kendimizi, yollara düştük gidiyoruz, canımızı tanımadığımız memleketim
insanlarına emanet ettik. tezer özlü geliyor aklıma hiç mola vermeden ankaraya
iner inmez samsun yoluna doğru otostop çekerken. otostopla avrupayı gezdiği
zamanları tasavvur etmeye çalışıyorum, ve sonra “ben hayatı gökyüzü altında bir
tatil olarak görüyorum. çalışmayı bile” deyişini.
ankara iğrenç bi şehir. çorak bir araziye kurulmuş, şehir
planlamaya dair en ufak bir iz görülmeyen ve çoğunlukla doğan ve şahine sahip somurtuk,
arabesk bir insan kalabalığına sahip
yaşanılmaz bir şehir gibi geldi bana. en azından bizim bırakıldığımız muhit
böyleydi. gelen geçen bize bakıp gülüyor, modifiyeli şahinlerle geçen safkan
apaçiler yanımızdan geçerken bize el hareketi çekiyor, halk otobüsündeki
yolcular senkronize bir hareketle kafalarını bize şaşkın bakışlarla
çeviriyorlardı. kendimizi çok yabancı hissettik ankarada. bu şehir bizde kötü
bir izlenim bıraktı. fakat bir abimiz bize dolmuş parası verecek cömertliği
gösterince ankaralılar hakkında yaptığımız genellemenin yanlışlığını idrak
ettik. ne de olsa nietzsche’nin dediği gibi “bu da dahil tüm genellemeler
yanlış”tı.
nihayet, bir minibüsle vardığımız otoban çıkışında yarım
saatlik bir gayret sonrası direkt samsun’a giden bir tırı durdurmayı başardık. scania
marka, içi gayet geniş ve ferah, arkasında rusya’ya ihraç edilmek üzere 25 ton
domates bulunan, izmir-antalya-konya istikametlerini takip ederek buraya kadar
gelmiş, mustafa isimli, aslen amasyalı ama ailesiyle birlikte samsunda yaşayan,
karısını bir metres ile aldatan, sekiz yaşındaki çocuğunda kemik büyümesi
hastalığı olan bir şoföre sahip bir tırdı bu. aslında bu herif hakkında
anlatacağım pek bir şey yok, çünkü bu tıra bindiğimizde artık o kadar mayıştım
ki adamın ne anlattığını, nerede olduğumuzu ve neler düşündüğümü pek
hatırlamıyorum, yol boyunca hep uyukladım. adam tırcı işte, ömrü yollarda
geçiyor. arasıra böyle otostop çekenleri alarak çene çalıyor vakit geçsin diye.
orjinal bir küfür hafızasına sahip, “götüne kolumu sokayım da sıçama”, “kulağına
kolum girsin” gibi kol fetişisti bir anlam dünyası var. bizim ev sahibine
benziyor tipi. dediğine bakılırsa yüksüz halde otobanda amına koyuyormuş sol
şeridin. bilmiyorum. tırcı işte. adamın evi, tırı. acayip bir ilişkisi var
tırıyla. sanki biz yokken, yalnız başınayken onunla sohbet ediyor gibi geliyor
bana. bir de gerçeğe çok yakın oyuncak bir kedi var tırın içinde,
tekbaşınalığını gidermesi amacıyla yerleştirmiş onu. olaylar, olaylar, olaylar
işte. kırıkkaleyi, çorumu, amasyayı, merzifonu sırasıyla geçiyor ve yedi saat
gibi bir sürede ankaradan samsuna varıyoruz anlayacağın sayın okur.
samsuna vardık varmasına, ama bu maceranın en çileli kısmı
tırcının bizi indirdiği yerden samsuna merkezine gitmek oldu. lan saat sekiz
olmuş hava kararmış, kimsenin geçmediği tenha bi yol. otostop çekiyoruz
durmuyorlar. Merkez desen yürüsen bir saat, ama hava buz gibi. minibüs falan da
geçtiği yok. kaldık bildiğin. ıkındık ıkındık, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik,
halimize bak! eh işte bizim de imtihanımız bu demek ki. kırk beş dakika o
soğukta otostop çektik umutsuzca. neyse ki bir minibüs durdu, içi boş, bir
lazın sürdüğü. adama gitmemiz gereken yeri söyledik tam olarak, tamam deyip
sürmeye başladı, yolda maceramızı anlatınca bize kanı ısındı. sonra da o
anlatmaya başladı derdini, içmiş belli. derdi de büyük zavallının. anlatıyor da
anlatıyor. derdi olmayan da almıyor zaten otostopa... laz şoför bizi
istediğimiz yere kadar bıraktı, tam inerken parayı vericektim, adam olur mu
öyle şey dedi, reddetti almayı, ve selametle deyip gitti. dedim işte lan helal
olsun, adamsın. kralsın. seni derde sokan ölsün. seni üzen cehennemde yansın. montla sıçsın.
samsun. 19 mayıs. bandırma. merhabalar. geldik işte. lan az
önce üsküdarda sıcak odamda film izliyordum ben noldu bi anda? filmden bitince de ders çalışacaktım noldu? hey gidi. hu hayat nası bişi lan? john lennon ne
güzel demişsin be aga: “hayat sen planlar yaparken başına gelenlerdir” diye. yaşamımın
en uzun günlerinden biriydi şüphesiz. müthiş bir tecrübeydi. benzersiz bir
maceraydı. yolda olmak ve yaşama olduğu gibi teslim olmak... ve bunun yalnızca
13 liraya mal olması...
daha bu ne ki? daha neler neler yapılır... yeter ki yaşama
cesaretin olsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder