bu
kitaba idefix’te dolaşırken tesadüfen denk geldim. isim itibarıyla, yüce insan,
rahmetli hümanist erasmus’un deliliğe
övgü ve ülkemizin yetiştirdiği önemli psikologlardan gündüz vassaf’ın cehenneme övgü isimli kitaplarını
hatırlatması, bende kitap hakkında güzel bir iz bıraktı. aslında satın almak
hiç aklımda yokken bir arkadaşla ‘kitabına’ girdiğimiz bir iddiayı kazanmam
sonucunda bu kitap elime geçti.
yürümeye
övgü, günümüzde unuttuğumuz bir şeyi hatırlatıyor bize: yürümek. arabalı,
trenli, uçaklı, asansörlü, yürüyen merdivenli bu yüzyılda “ayaklarımızı
kullanarak bir yerden bir yere varmak” artık miladını doldurmuş bir eylem. yıl
olmuş 2014 ulan ne yürümesi. Arabamız var bizim. Yürümenin, artık yalnızca bizi
bir yere gitmek için ‘destekleyen’ bir eylem haline geldiğini söylüyor Le
Breton.
bu başyapıtın belirlediği asıl yol
bu değil. kitap, merkezine, zevk yürüyüşlerine çıkan aylak gezginleri konu
alıyor. Thoreau, Laurie Lee, Leigh Fermor, Kazancakis, Rimbaud, Rousseau gibi
önemli karakterlerden alıntılar yaparak ilerliyor. gezginlerin tek başlarına
yıllar süren uzun yürüyüş yolculuklarını, bu süreçte kendilerini ve dünyayı
keşfetmeleri, huzuru ve mutluluğu buldukları, yaşamı tüm derinliğiyle
‘soludukları’ anlatılıyor kitabın büyük bölümünde. bu bir amaca bağlı olmayan
keyif yürüyüşleri, alternatif bir yaşamın mümkün olduğunu gösteriyor bize. yaşadığımız bu demir kafesten kurtulup özgürlük yollarına düşen insanların
varlığı beni mutlu ediyor. ve cesaretlendiriyor onlar gibi bu yola yelken
açmaya. Bazen tutunamayanların
turgut’unu getiriyor akla, bazen yolda’daki
cassady’i.
yürüyüş yolu sürprizlerle dolu. ama
bu sürprizler, kinder surprizden çıkan oyuncaklar gibi değiller. daha çok
terslik şeklinde ortaya çıkıyorlar. gündüz güneşin kavurucu sıcağı, gece ise
dondurucu soğukla mücadele ediyor gezginler. yeterli paran ve erzağın yoksa,
açlık ve susuzluk büyük bir probleme dönüşebiliyor. hele bir de ayakkabın
dandikse... mahvoldun! yürüyüşte en önemli şey sağlam bir ayakkabıdır diyor
gezginler. her şeyi geçtim, rimbaud aşırı yürümekten bir bacağını kaybediyor. richard burton ve john speke bir hastalığa tutulup kör oluyorlar. düşünebiliyo
musun? ben ürperiyorum. yağmur, fırtına, vahşi hayvan falan, zaten onları hiç
söylemiyorum.
le breton, her ne kadar bir
yürüyüşçü rehberi hazırlamadığını söylese de, kitabı bitirdiğimde kendimi uzun
bir yürüyüş yapmaya hazır hissediyordum. kitap yürümeye teşvik ediyor, ve bunda
haklı. kitap boyunca yürümeye o kadar çok övgüde bulunuyor ki yazar, buna ikna
olmamak elde değil.
bir sabah erkenden, ayağınıza
ayakkabınızı, sırtınıza bir miktar giyecek, yiyecek ve kitapla dolu çantanızı
geçiriyor, ve yollara düşüyorsunuz sayın okur. yapayalnızsınız. her gün hesap
vermek zorunda kaldığınız kişiler, yataklarında mışıl mışıl uyumaktalar. geçmişin pişmanlıklarından, geleceğin kaygılarından uzakta yol almaktasınız. çevrede
sizden başka kimse yok. doğayla baş başa, kuşların ve böceklerin seslerini
dinleyerek, kentlerin seslerinden uzak yürüyorsunuz... bir plan yapmak
yerine evrenin akışına güveniyor, yeni doğan güneşin vücudunuzu gıdıklayan
sıcaklığıyla birlikte, tüm gündelik dertlerinizi kafanızdan silmiş bir halde
yol alıyorsunuz bilmediğiniz diyarlara. yaşamın özündesiniz. 2014 yılının
istanbul’unda değil, takvimden bağımsız sonsuz bir zamanın herhangi bir
anındasınız. homo sapiens değilsiniz, türk değilsiniz, erkek kadın hiç değil,
müslüman değilsiniz, vatandaş da değilsiniz, hiçbir sıfatınız yok bir canlı
olmaktan başka. yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, bir sincap
gibi yaşıyorsunuz. belki bir arabayla üç saatte alacağınız yolu koca bir günde
alacaksınız, ama önemli olan bir yere varmak değil, mühim olan bir yere varma
yolunda ilerlerken yaşadıkların, öğrendiklerin, deneyimlediklerin, yani sonuç
değil, sürecin ta kendisi... yoruluyorsunuz, hemen bir ırmağın kenarında bir
ağaç buluyor ve onun altında dinleniyorsunuz. bu ırmakta vücudunuzu ve
giysilerinizi yıkıyor, giysileriniz güneşte kururken yanınızda getirdiğiniz
kitabı okumaya başlıyorsunuz, hiçbir dert, keder olmaksızın. geçmişin
pişmanlıklarından, geleceğin kaygılarından uzak... karşınıza çıkan insanlarla
şakalaşıyor, şen sohbetler ediyorsunuz. yanınızdan geçen trene el sallıyorsunuz
yolcuları hiç kıskanmadan, hatta onlara sitem ederek. yağmur yağıyor, bir
mağaraya saklanıyorsunuz. küçük bir köye varıyor, belki bir köylünün evine
misafir oluyorsunuz o gece. kendinizi, doğayı, ve diğer insanları tanıyor,
keşfediyorsunuz bu yolculukta. yaşamı keşfetme yolunda bir ibadete dönüşüyor bu
yürüyüş. siz de bir hacı oluyorsunuz böylelikle... hayal etmesi kolay, ama
gerçekleştirmesi cesaret isteyen bir iş. büyük bir tehlike, heyecan ve
maceranın beklediği bir keşif yolculuğu, belki de ucunda sizi ölümün beklediği
macellanvari bir son.
başka bir yaşam mümkün, ama buna
cesaret edecek yüreğimiz var mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder