14 Temmuz 2014 Pazartesi

Geceye övgü


I
Gece, düzen güçleri uykudadır. Bürokrasi, askeriye, okullar, polis, kısacası yaşamımızı düzenleyen tüm güçler uykudadır; sokakta devriye gezen nöbetçi polis dışında. Askerler de hepimizden önce yatağa girerler. Dünyanın bu en baskıcı kurumunun mensupları, en erken yatanlardır aynı zamanda. Aslında, tüm totaliter kurumlarda, daha doğrusu, tüm kurumlarda (tüm kurumlar totaliter değil midir zaten?) insan her zaman erken yatmak zorundadır - yatılı okullarda, manastırlarda, ailede, cezaevlerinde, hastanelerde... Kişinin istediği saatte yatma hakkını destekleyen, bu özgürlüğe onay veren hiçbir kurum tanımıyorum. Aşk (?) üzerine kurulu olan ve iki kişinin özgür iradesiyle gerçeklesen evlilik kurumunda bile, çiftler yatağa aynı saatte girmezlerse, biri daha geç yatar, geceyi daha fazla yasarsa, sorunlar çıkmakta gecikmez. Kurum her zaman “geç” yatanı suçlar, erken yatanı değil. Avrupa feodal toplumunda tüm kent sakinleri mumlarını aynı saatte söndürmek zorundaydılar; bayramlar dışında. Düzen ve baskı güçlerinin doğal yapısı, her zaman belirli bir uyku saatini zorunlu kılar. Bu belirli saatin erken bir saat olması da yine onların doğal yapısından kaynaklanır.
II
Tarih boyunca bize, tüm kültürlerde, karanlığın kötü güçlerle ilişkili olduğu öğretildi. Gece insanlarından, geceyi yaşayan, gecede yaşayan insanlardan korkmamız gerektiği anlatıldı. Oysa gündüz ve gece kişileri aslında aynı kişiler. Gün ışığı içimizdeki teslimiyetçiliği ortaya çıkarır, ama geceleri kendimizi özgür hissederiz. Düzen güçleri bizi, geceden, özgürlükten kaçınmaya koşullandırmışlardır. Kurumlar, ister din, ister aile, ister devlet kurumları olsun, gece insanlarına korkuyla bakarlar. Karanlıkla birlikte uyrukların denetlenmesi zorlaşır. Gece insanlarına her zaman kuşkuyla bakılır. O saatlerde ayakta olan hiç kimse hayırlı bir iş peşinde olamaz. Gündüzleri egemenliğini sürdüren kurulu düzen güçleri, varlıklarını ve baskılarını gece düşmanları bahanesiyle haklı çıkarırlar; belirsiz, soyut kavramlarla öcüymüş gibi söz edilen bu düşmanları biz hiç görmesek de. Yöneticiler de bize hep gündüz gözüyle gösterilirler, hep gündüzlerin bir parçası olarak görünürler bize. Bir başkan, bir papaz ya da bir general, doğanın güzelliği içinde, arkasında parlayan bir güneşle canlandırılabilir, ama gecenin karanlık fonu önünde, asla.
III
Gündüz, ilerleme gibi görünen tekdüze bir süreçtir. Sabahın parlak ışıkları aksam karanlığına dönüşürken, bize bir gelişme olduğu hissini verir - belli bir yönde ilerliyormuşuz gibi bir duygu. Zamanın yapay göreceliği üzerinde nadiren durup düşünürüz. Her Allahın günü, aydınlığın karanlığa doğru akışı bizi önüne katıp koşturur. Ama gün boyunca, ister sabah saat on, ister öğleden sonra üç olsun, hepimiz, gündelik düzenin, düzen güçlerinin köleleriyiz. Bizi ayakta tutan, zamanın geçmesi ve gecenin sunduğu kurtuluş umududur. Çünkü, sonunda gece olacağını ve (gündüzle kıyaslarsak) dilediğimiz gibi davranma fırsatına kavuşacağımızı biliriz. Kitaplar gece okunur. Sinema, tiyatro ve müzik gösterileri gece olur. Gece sarhoş oluruz, gece kumar oynarız.
Her şeyden arınmış, çıplak vücut geceye aittir. Vücutlar gece birbirine değer, bir araya gelir. Gün boyunca üniversitelerde bilimsel inceleme konusu olarak ele alınan, akşamüzeri dost toplantılarında sohbet konusu edilen şeyler, sonunda gecenin karanlığı içinde, gizlice yaşanır. Çıplaklık geceye özgüdür, gündüze değil. (Bunun tersi, yani var olmanın doğal gereği, yani güneşin altında çıplaklık, ancak baskının sona ermesiyle gerçekleşebilir.)
Geceleri âşık olur, birbirimize aşkımızı geceleri ilan ederiz. Gündüzler bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. Gün boyunca baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karsı savaşır. Ama geceler bizi yeniden âşık eder, bize “seni seviyorum” dedirtir. Gündüzleri söylenen “seni seviyorum"lar geceye gönderme yapar.
IV
İş günü süresince tutsak olduğumuz gerçeğini o kadar kabullenmişizdir ki, onun dışındaki saatlerden “serbest zamanımız” diye söz ederiz. Serbest saatlerin tam tersi, hemen hepimizin işte olduğu gündüzlerdir.
Savaşlar genellikle şafak sökerken başlar. Devlet gün boyunca öldürür, infazları gerçekleştirir. Gün boyunca hayatta kalmaya, geceleri ise yaşamaya çalışırız. Gün boyunca elektrik faturalarımızı öder, arabamızı tamire götürür, alışverişe çıkar, doktora görünür, ya sevmediğimiz bir işe gider ya da gereksindiğimiz, ama sevmediğimiz bir iş ararız.
Gün boyunca, tüm görevlerimizde düzene tabi tutuluruz. Tuvalete gitmenin bile kesin sınırlamaları ve kuralları vardır. İşyerinde, okulda, askerde... insan istediği sıklıkta tuvalete gidemez ve orada istediği kadar kalamaz. Tuvalete istediğimiz zaman gidemediğimiz gibi, kaç kez tuvalete gittiğimizin ve orada ne kadar kaldığımızın bile hesabı tutulabilir. Ayrıca insan, kurumun öngördüğü zamanlar dışında tuvalete gitmek isterse, bunun için izin alması gerekir. Gün boyunca istediğimiz gibi tuvalete gitme özgürlüğüne bile sahip değiliz, çünkü gündüzler bize ait değil.
Gün boyunca insanların birbiriyle gireceği ilişkiler düzene sokulmuştur. Okullarda gençler, sırf aynı yaşta oldukları için yıllar yılı aynı kişilerle aynı sınıflarda oturmak zorundadırlar. Sekiz yaşındakiler altı numaralı sınıfta, on yasşndakiler on beş numaralı sınıfta vb. O sınıflarda bile değişmez bir oturma düzeni sağlanmıştır. Ancak okul günü bitip akşam olduğunda, insan, dilediği kişiyle birlikte olma şansına sahip olur. Askerseniz, günün büyük bölümünü, sizinle yaklaşık olarak aynı boyda olanlarla geçirmek zorundasınız demektir. 1.65 boyundaki bir kişinin, 1.95 boyundaki arkadaşıyla bir araya gelmesi, ancak akşamları ve geceleri mümkün olabilir.
V
Sosyal sınıfların katı kuralları ancak gece bozulur. İşçiler, burjuvaların sokaklarında dolanırlar. Burjuvalar işçi mahallelerindeki lokantalara giderler, fahişeler, papazlar, öğrenciler, askerler, ev kadınları, doktorlar ve yabancılar, hepsi aynı sokakta gezinirler, bakınırlar, birbirleriyle konuşurlar, hatta belki de sonunda sevişirler.
Geceleri dünya, birbiriyle haşır nesir olmuş, özgür, meraklı insanların ruhuyla canlanır. Gündüzleri kaçındığımız şeyler, gece çekicilik kazanır. Gündüzlerin “rasyonel” insanı, “zevk-ü sefa pesinde koşan” insanla yer değiştirir geceleri.
Ezme eyleminin kendi özgürlüklerini de kısıtlamasına rağmen, ezenler bile geceleri daha fazla özgürlüğe sahiptirler. Kurulu düzenin yöneticileri, generaller ve krallar, şirket ve ülke başkanları, “şöhret ve servet” sahipleri de geceyi yaşarlar. Totaliter kurumlar uykudayken, uykuya yatırılmışken, onlar da yaşama özgürlüğüne kavuşurlar. Çocuklarını yatağa yatıran anne-babalar gibi, onlar da artık, her türlü seremoni ve sansürden arınmış olarak, maskesiz yüzlerini gösterme özgürlüğüne sahiptirler.
VI
Gece vakti, gündüzün telaşından, hayhuyundan eser kalmaz. Az çok huzura kavuşmuş oluruz. Söyle bir on saat kadar, bizden istenen, beklenen bir şey olmayacaktır. Yiyeceğimizi seçmekle ya da yaratmakla işe başlarız. Gündüzleri yiyip içtiklerimiz, çoğumuz için, kurumsallaştırılmış ve standartlaştırılmıştır. Hâlbuki geceleri, hem ne yiyeceğimiz konusunda daha çok seçeneğimiz vardır, hem de onu dilediğimiz gibi hazırlamakta daha özgürüzdür. Ayrıca, yemeğimizi alelacele yemek zorunda da değilizdir. Fast food dedikleri şey, gündüze egemen olan baskıcı güçlere aittir. Gündüzlerin fast food yiyicileri olarak bizler, bizi yöneten megamekanizmanın parçalarıyız. Oysa geceleri, kendi besinimizin hazırlayıcıları olarak, zamanı ve mekânı gönlümüzce düzenleyebiliriz.
VII
Gün ışığı bir tuzaktır. Işık bizi kör eder. Ama geceleri, gözlerimiz fal taşı gibi açılır. Geceleri, tüm öteki duyularımız da daha duyarlıdır, çünkü düzen güçleri o saatlerde makinelerini kapatmış olurlar. Gece olunca sessizliği dinler, karanlığa nüfuz eder, hem bedenlerimizin hem de hayal gücümüzün dizginlerini koyuveririz.
Gün boyunca duyularımızı tutsak etmeye çalışan sayısız mesajın tüketicisi olmaktan çıkarız geceleri. Baskıcı megamekanizmanın aralıksız vızıltısı durmuştur simdi. Enerjinin kaynağı artık içimizdedir. Gece, insan zihninin çalışması için bir zemin oluşturur. Gün boyunca dikkatimizi, ışığın, renklerin, devinimin hizmetine sunarız. Neye dikkat edeceğimizi belirleyen, düzen güçleridir. Yeşil ve kırmızı ışıklar, karşıdan karşıya nasıl geçeceğimizi bile düzene koyar. Gündüzleri biz, yaşamın büyüsünün, kelebeğin çarpıcı renk ve biçim dokusunun gözlemcileriyiz olsa olsa. Gün boyunca dikkatimizi, gözlemin hizmetine sokarız. Gündüzleri uydusuyuzdur dışımızda olup bitenin.
VIII
Gece, uyku zamanı olduğu gibi, düş görme zamanıdır da. Gördüklerimizi, işittiklerimizi, kokladıklarımızı ve düşündüklerimizi sınırlayan diller, formlar, davranış biçimleri ve algısal paradigmalar, kendine özgü bir biçimi ve dili olan düşlerin yapısına aykırıdır. Düşlerde renkler, görüntüler, insanlar, duygular ve düşünceler özgürce birbirine karışır ve benzersiz bileşimler yaratırlar. Öylesine özgürdür ki düşler, onları söze dökmekte güçlük çekeriz - insan zihnini gün boyunca biçimlendiren o katı yapılar düşlerimizi dillendirmeye yetmez, hatta engel olur.
Uyuyamayan, uykusuzluk hastalığı çeken kişiler, karanlığın getirdiği sınırsız özgürlük ve gerçeklikle baş edemeyen kişilerdir aynı zamanda. Bu insanlar, gün boyunca, her şeyi izlemekle oyalanırlar. Oysa gece artık izlenecek bir şey yoktur. Sadece, yaşamın o belirgin sesi duyulur içten içe. Gündüzden soyutlanıp, kurtulmuş olan anlamsızlık, artık saklı değildir. Hayatta olma bilinci kendini daha güçlü bir şekilde hissettirir geceleri, ölümün varlığı da öyle. “Yaşamın anlamı” gece duyumsanır ve sorgulanır. Kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. Yaşam, gecenin konusudur.

Cehenneme Övgü, Gündüz Vassaf
15 Ekim 1986, Marburg

7 Temmuz 2014 Pazartesi

onyüzbin şey

...yaşamaktan utanıyordu herhalde. hayata karşı ayıp oluyordu. onyüzbin şeyi birden yaşamak istiyordu. hangisine sarılsa başkasına ayıp oluyordu. kaç parça olabilirdi? neden bu utançları bir yana itip yaşamaya çalışmadı? gözlerini yerden kaldırmayı denemedi? hiçbir zaman pastanede-muhallebicide-kızla-buluşup-gözlerinin-içine-bakarak-ona-hayatını-anlatan-erkeklerden-biri olmayacağına yemin etmişti. sahte olmaktansa yaşamamak iyidir turgut. hepimiz ihanet ettik ona. "ikinci gün kavga etti benimle, artık gitmem gerekiyor dediğim zaman. teyzem bende kalıyordu. hava kararmıştı. 'bir daha hiç gelme istersen' dedi." çok az vaktim kalmıştı turgut. anlamıyordu. çok beklemiştim. hayatımın, başı ve sonu belliydi; hiç olmazsa ortasını kaçırmamalıydım. oyalanacak durumum yoktu. ezberlemiş olduğum bütün şiirleri okumalıydım, bütün kavgalarımı çıkarmalıydım, bütün kuruntularımı ortaya dökmeliydim. belki seni bir erkek anlayabilirdi selim. nasıl olur? hepimiz, birbirimizin gözünü oyuyorduk. bir kadın karşı koyamazdı: artık karşı konulmasını istemiyordum. doludizgin gitmek istiyordum.

tutunamayanlar

23 Mayıs 2014 Cuma

yumurta, süt ve bal üzerine naçizane aktarımlar

semih kaplanoğlu'nun yumurta, süt ve bal'dan oluşan yusuf üçlemesi imge ve çağrışımlar ile şiirsel bir anlatım kurmak bakımından türk sinemasında örnek gösterilebilecek iyi filmlerden. izleyicinin üzerinde tahakküm kurmak ve bu böyledir şu şöyledir demek yerine, izleyicinin de filmde aktif bir rol edinmesini, onun da katılımını gerektirmesini sağlayan bir film dili oluşturmuştur semih kaplanoğlu. bu yönüyle sürekli cevaplar vererek "ben bilirim" tarzı bir üsluba değil, doğru soruları sormayı başaran filmlerdir bunlar. böylece filmde anlatılan yolculuk, seyircinin kendi tecrübesiyle filme dahil olmasıyla seyircinin de kendi içsel yolculuğuna dönüşmüş olur. bir sanat olarak sinemanın da görevi bu değil midir zaten?

yumurta yusuf'un olgunluk yaşlarında geçmektedir. bir metropolde yaşamakta olan yusuf, sahafında kitaplarıyla yalnız bir yaşam sürmekte olan bir şairdir. fakat annesinin ölümü vesilesiyle taşraya yaptığı yolculuk onun kökünü, geçmişini ve tüm hayat biçimini sorgulamasına yol açan bir yolculuğa dönüşür. doğduğu toprakların yaşam biçimine, geleneğine sırtını dönmüş ve ona karşı yabancılaşmış olan yusuf taşrada bir yaşam sınavından geçer. taşranın ona küstüğünü, artık buralara ait olmadığını imleyen en iyi sahnelerden biri de filmin sonuna doğru bir çoban köpeğinin üzerine atlamasıdır. ayrıca köpeğin karşısına çıkmasının taşradan ayrılmasını engelleyen, ona burda kalmasını söyleyen bir mesaj olarak da okumak mümkündür.
kuşkusuz bu sahne onu derinden sarsmış ve ona farkındalık kazandırmıştır. annesinin ölümüne ağlamayan yusuf, köpek üzerine atladıktan sonra ayılınca ağlamaya başlar ve manevi bir boşalma yaşar. ve belki de kökleriyle barışır.

süt de ise yusuf'un ergenlik çağına şahit oluruz. bir yandan annesi ile kendisinden oluşmakta olan ailesine bakma sorumluluğu taşırken, diğer yandan da şairlik hayali ile daktilo başlarında gecelemektedir. bir dergide şiiri yayımlandığında sevincinin betimlendiği sahne, sinemanın görsel imkanının iyi bir ölçüde kullanıldığı bir sahnedir. uzun bir yolda sevinçten haykırarak koşuşu sinematografik yaratıcılık açısından göz doldurur.

bal filmi bu üçlemenin son filmi olup yusufun çocukluğuna değinmekte. önceki filmlere kıyasla daha olgun bir forma sahip olduğunu söylenebilir. yusuf içine kapanık, korkak bir karaktere sahiptir çocukluk yıllarında. okulda herkes okuma yazmayı yavaş yavaş sökmekteyken o bu işi becerememekte ve öğretmeni tarafından ödüllendirilememektedir. arkadaşları tenefüste bahçede oyun oynarken o sınıfta yalnız başına kalmaktadır. ve ayrıca yusuf babasından başka kimseyle konuşmamakta, ancak babasının yanındayken kendini rahat hissetmekte, ama onunla bile ancak kısık sesle konuşmaktadır. onun en büyük dostu babasıdır. en zevk aldığı şey babasıyla beraber ormana gidip kovanlardan bal toplamaktır. fakat bir gün babası ortadan kaybolur. ağaçtan düşerek ölmüştür. böylece yusuf hayatta yapayalnız kalır. nasıl kovanın içindeki suya yansımış olan ayı kavrayıp tutmak istese de, o da tıpkı babası gibi elinden kayıp gitmiştir.

üçlemenin en güzel yanlarından biri de filmlerin arasındaki bağlantının naifliği. mesela; yumurtada yusufun ormanda altında uyuyakaldığı ağaç ile bal'ın sonunda yusufun akşam karanlığında ormanda babasını aramak için yola çıktıktan sonra yanına kıvrılıp yattığı ağaç aynı gibi durmaktadır. yani yusuf her ne kadar kendisine ayrı bir yaşam kursa da babasını unutamamış, hala babasının özlemi içerisinde onu aramaya devam etmektedir. hala onun kadar iyi bir dost edinememenin çaresizliği içindedir.
ayrıca yusufun epilepsi krizlerinin geldiği anlar da bir öneme sahip. yumurta'da bir urgancının urgan düzeltmesini izleyen yusuf, her ne kadar filmde anlamasak da, bal'daki urgancı sahnesini referans aldığımızda, urganın babasını temsil ettiği ve bu yüzden yere düşüp epilepsi krizi geçirdiği yorumu yapılabilir.

yusuf üçlemesi, zahiri anlatımı güçlü olmasının yanında, batıni yönden de bu toprakların kültürüyle oluşturulmuş bir şekle sahip. yönetmenin kurduğu katmanlı yapı filmi daha da güçlendirmekte. kullanılan meyveler, hayvanlar, eşyalar da bu katmanlı yapının önemli bir parçası; filmlere isim vermiş gıdalar, ayrıca nar, elma gibi meyve, balık, yılan, ceylan gibi hayvanlar.
en önemlisi hikaye güzel. izleyiniz.

17 Mayıs 2014 Cumartesi

krishnamurti

bir çiçeği seyreder gibi...

krishnamurti geçmiş yüzyılın önemli bir düşünürü. zeitgeist belgeselinde bir an belirir, lafını söyler gider. sevgiye, iyiliğe inanan bir adamdır. aslında uzun bir yazının konusudur. 



6 Mayıs 2014 Salı

bi şeyler konuşuyolar ama?

alev alatlı'nın bir zamanlar yaptığı "bugünlerde bunları konuşuyorlar" adlı konuşmasının metne dökülmüş halini paylaşarak dev bir hizmeti gerçekleştiriyorum. aydınlanma ve modernizm hakkında sağlam argümanlar sunuyor. okumaya değer.

https://www.mediafire.com/?ms8c308qpmo65cm

24 Mart 2014 Pazartesi

eli paketli olmayacağım derken dalı paketli olmak

  aylak adam, modern yaşamın belirlediği kural ve kalıplardan tiksinen ve uzak duran, kent sokaklarında gerçek sevgiyi arama mücadelesi veren aylak C.'nin hikayesidir. 
  o, modern yaşama uyum sağlamış, alışkanlıkların güvenli rahatlığına kendini bırakmış, 'üç odalı bir mutfaklı' evlerine her akşam elinde kesekağıdı ile dönen insanlara 'eli paketli' ismi takmıştır. tüm yaşam savaşı, bu kentte bir eli paketli olmadan gerçek sevgiyi bulup onunla ömür boyu yaşamaktan ibarettir aslında. bize 'hayal' olarak satılan güzel bir iş, bir aile, üç odalı bir mutfaklı bir ev, bir araba onun için hiçbir anlam ifade etmez, aksine bir cehennemdir böyle bir yaşam. o alışkanlık yapmasın diye bir girdiği restorana bir daha gitmeyen bir adamdır. ne ailesi, ne işi?

(belirli kalıplar içinde, sürekli birbirini tekrarlayan alışkanlıkların esiri olarak yaşamak, bizi hissizleştirir, varlığımızı ve yaşadığımızı unutturur. böyle bir hayat bizi bir makinenin mekanik bir aksamı yapar, robotlaştırır. çevremize baktığımızda, kendimiz de dahil çoğumuz bu şekilde yaşadığımızı hissetmiyor muyuz bazen? hepimiz az ya da çok birer eli paketli değil miyiz?)
  işte tam da bu noktada, C. eli paketlilere seslenir: "ne yamansınız dökme kalıplarınızla. bir şeyi onlara uydurmadan edemezsiniz" diyerek modernitenin kalıp ve kurallarını küçümser. kitapta modern yaşamın absürd kurallarına örnek bulunabilir. mesela bir takım elbiseli simit yememeliydi. ya da bir dilenci sigara içmemeliydi. takım elbiseli dediğin restoranda yerdi, dilenci dediğinin ise sigara alacak parası olmazdı. buna benzer absürd kurallardan biri de sokakta durduk yere gülen adamdı. sokağın ortasında kimse gülmemeliydi, kendi kendine gülen bir adam ancak deli olmalıydı, yok yere gülünür müydü hiç? 

orhan veli kanık
orhan veli'nin sokakta giderken isimli şiiri de bu konuyla bağlantılıdır.

Sokakta giderken, kendi kendime 
Gülümsediğimin farkına vardığım zaman 
Beni deli zannedeceklerini düşünüp 
Gülümsüyorum.

  gülmenin bir tık yukarısına da ünlü filozof diyojen'de görebiliriz. kinik filozof şehir meydanlarında toplumun kalıplarını eleştirmek için mastürbasyon çekermiş.
C.'nin romanın bir bölümünde kumsalda yatarken sevgilisi ayşe'ye söylediği sözler, toplumu ve kendini topluma karşı nasıl konumlandırdığını net bir biçimde görmemizi sağlar. iki kutup arasında kesin bir ayrım yapar. 
bütün çağların trajedisi bu, ku-ya-ra: "kumda yatma rahatlığı" a-da-ko: "ağaç dalı kompleksi". şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. daha da genişletilebilir. kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. düşünmeden uyuyuvermek. biteviye geçen günlerin kolaylığı. ya adako? ağaç dalındaki gövdeden ayrılma etiğimini fark ettin mi bilmem? hep öteye öteye uzar. gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. özgürlüğe susamışlıktır. buna ben "ağaç dalı kompleksi" diyorum. genç hastalığıdır. çoğunlukla kuyara dişidir. adako erkek. pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. ağaç dalına tutulmuş kişi tedirgindir. insanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu adako'yu da budarlar. onu gövdeden ayırmamak için elinden geleni yaparlar. kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. asi daldır o. ayrılır. balta işlemez ona.
  her ne kadar kadınların çoğunu "kuyara" kategorisine koysa da -ki B. haricinde tanıdığı tüm kadınlar kuyara'dır-, yani kadınların kendisini bir eli paketli yapacağını düşünse de, yine de hayatta tek tutamağın gerçek sevgi olduğunu düşünmektedir.
dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. tutunacak bir şeyimiz olmadı mı insan yuvarlanır. tramvaylardaki tutamaklar gibi. uzanır tutunurlar. kimi zenginliğine tutunur, kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. çocuklarına tutunanlar vardır. herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. gülünçlüğünü fark etmez. kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. herkesin "veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur" demesini isterdi. daha gülünçleri de vardır. ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: gerçek sevgiyi! bir kadın. birbirimize yeteceğimiz, benimle birlikte düşünen, duyan, seven bir kadın!
  C. umudunu tümden yitirmemiştir. gerçek sevgiyi bulmak için her zaman mücadele etmeye devam edecektir. modernitenin kurallarına teslim olmadan ona karşı savaş vermeyi sürdürecektir. 

salinger
amma velakin, salinger'in franny adlı hikayesinde franny, kurallara uymayan farklı, marjinal, uçlarda yaşayan insanların da aslında modern yaşamın birer parçası olduğunu şu cümlelerle haykırır: 
- herkesin yaptığı şey, ne bileyim, yanlış değil, hatta kötü de değil, hatta aptalca da değil mutlaka. ama öylesine minik ve anlamsız ve- hüzün verici ki. ve işin en kötü tarafı da, bohem takıldığında ya da bunun gibi bir çılgınlık yaptığında, sen de herkes gibi düzene ayak uydurmuş oluyorsun, sadece biçim farkı var.
henry david thoreau
  franny'e bakarsak, belki de C. nin yaptığını 'dalı paketlilik' olarak tanımlamak mümkün. o gövdeden ayrılma tutkusuyla uzamaya çalışan bir dal, fakat çevresini sarmış olan paketi yırtıp uzayamamakta. içinde bulunduğu çemberden bir türlü dışarı çıkamamakta.  
  her şeyden çıkartılması gereken nihai sonuç: en iyisi her şeyden elimizi eteğimizi çekmek ve henry david thoreau gibi walden gölünün kıyısına bir kulübe inşa etmek. yok yok, o da bir nevi düzene ayak uydurmak. en iyisi çay demleyelim.

23 Mart 2014 Pazar

majidi ve imtihan sineması

serçelerin şarkısı
 majid majidi, çok geç keşfettiğim iran sinemasının mühim isimlerinden biri. kendine ait bir film şekli oluşturmuş, yerel bir form yaratıp evrensel insani duyguları anlatmayı başarmış, böylece dünyanın her tarafından izleyici kitlesi oluşturmuş ender yönetmenlerden.
majidi abimiz bir dava adamı. ama bu dava adamlığı yılmaz güney sinemasında göstere göstere yapılan siyasi propagandalar gibi değil. majidi, oluşturduğu film formu itibariyle müslüman ahlakına uyan, anlam dünyasının kazığını kur'an-ı kerim'e oturtmuş bir sinema ile karşımıza çıkıyor. filmlerinde çatışmanın değil imtihanın ön plana çıkması, ilahi lütuflar gibi tercihler işte bu dava adamlığı durumundan ileri geliyor.
ve böyle bir adam 1997'de çektiği cennetin çocukları filmiyle oscar'da en iyi yabancı film ödülüne aday gösteriliyor. fakat bu ödülü roberto benigni'nin hayat güzeldir filmine kaptırıyor.

cennetin çocukları
  majidi'nin en büyük özelliklerinden biri; hollywood sinemasının anahtar noktalarından biri olan 'nefes kesici', 'sürükleyici' çatışmalar kurmak, zıt karakterleri birbirine çarptırmak, karakterleri içinden çıkılamayacak yollara sokmak değil, çatışma yerine -daha minimal bir tercih olarak- imtihanı ön plana çıkarmaktır. filmlerinde karakterlerin "tevafuk" eseri sürüklendiği küçük -ama büyük dersler veren- imtihanlar, tezatlıklar ve zıtların birliği ile süsleniyor ve görüntüde zuhur ediyor. cennetin çocukları'nda yoksul bir ailenin çocukları olan iki kardeşin 'ayakkabı' ile olan imtihanını, cennetin rengi'nde bir babanın başından atmak istediği kör çocuğu izliyor. ve bunlara minik imtihanlar da film boyunca eşlik ediyor. serçelerin şarkısı'nda da aynı şekilde bir köyde yaşayan yoksul bir babanın modern şehrin bencil ve rekabetçi hayatını gördükten sonraki para ve mal düşkünlüğü ile olan imtihanına tanık oluyoruz. imtihan filmlerde bir form olarak karşımıza çıkıyor. bu hikayeler gayettabi hollywood'da da çekilebilirdi, lakin batıda majidinin film yapma şeklinde var olan imtihanın yerine çatışma baş rolü oynardı.

cennetin rengi
majidiyi majidi yapan başka bir nokta ise seçtiği konu itibariyle ajitasyon yapma fırsatı olmasına rağmen hiçbir filmine ağlamaklı bir sahne yerleştirme tercihinde bulunmayışıdır. filmin duygusal olarak yoğunlaştığı yerlerde hemen devreye mizahı ustaca devreye sokuyor majidi. tıpkı hayat gibi! majidi'nin filmlerinde de yaşamın ta kendisi gibi daima hüzün ve neşe bir arada. cennetin rengi'nde muhammed'in babasının muhammed'i ilk gördüğünde ağladığı duygusal sahne, izleyicinin ağlamasına fırsat vermeyecek kısalıkta tutulur ve hemen tezat bir biçimde öğretmenin neşeli tavrı gösterilir. aynı şekilde serçelerin şarkısı'nda babanın işitme cihazı bozulan sağır kızının duyup duymadığını test ettiği sahnede ablasına kopya veren küçük çocuğun sahneye yerleştirilmesi sahnedeki ağır kederi yok eder. 

baran
  ve elbette filmlerinin son sekanslarında gösterdiği marifet de takdire şayandır. baran'ın son sahnesinde karakterimizin sevdiği kız afganistan'a gitmek için bir kamyona binmiş, kamyon hareket etmiş, uzaklaşmıştır. artık sevdiceğinden geriye yalnızca az önce çamura basarak bıraktığı ayak izi kalmıştır. ama o da o sırada başlayan yağmurla silinip gidecektir. eh işte, allahın takdiri!
  majidi sinemayı bir sanat olarak ciddiye alan, ve güçlü filmlere imza atmış olan önemli bir yönetmen. izlenmeli, takip edilmeli.