28 Şubat 2014 Cuma

bandırma'da bir gölge ya da bir otostopçunun anıları

bozuk makinamla çekilmiş mötiş bir fotoğraf

  adrenali yüksek, heyecanlı ama tehlikelisi de bol bir işe girişmeden önce çok düşünürsen o işi yapmaktan vazgeçersin. ben de çok düşünmedim ve arkadaşımın samsun’a otostopla gitme fikrine rasyonel bir şekilde yaklaşıp, olası hayati tehlikeleri madde madde saymak ve bu teklifi mantıklı bir insan gibi reddetmek yerine, teklifine sıcak yaklaşıp arkadaşımın da beklemediği bir çabuklukla bu planı onayladım. sabah dört sularında teklifi kabul ettim, çantalarımızı hazırladık ve gün ağarınca yola çıktık üsküdar’dan.

  yaşamda birden verdiğimiz çılgınca kararlar, her zaman yaşadığımızı en derinden hissettiğimiz anlar olmuştur. gündelik hayatımızda sürekli başkalarının verdiği kararlara göre yönetilen, kendi kararları tahakküm altına alınan biz zavallılar, özgürlüğümüzü ancak bu kısa anlarda hissedebiliyoruz. hafta sonları ne yapacağımız, hatta tatilde bile nerede denize gireceğimiz başkaları tarafından sunulan olanaklar çemberinden çıkamıyor. kendimize alternatif bir yaşam alanı açmakta zorlanıyor, kısır bir döngü içinde yaşamak zorunda bırakılıyoruz. küçük paydoslarımızı alışveriş yaparak, film-dizi izleyerek, ya da başka uğraşlar yaparak, ama bunları hep tüketerek ve hep oyalanarak, gerçek anlamda yaşamaktan uzak, canlı bir organizma gibi değil, bir mekanik aksamlara sahip birer makina gibi geçiriyoruz. ve böylece insaniyetimizi kaybediyoruz. otostop da böyle bir yaşamda gerçekten soluklanmamızı sağlayabilecek, insan olduğumuzu ve yaşadığımızı hatırlatabilecek alternatif yollardan sadece biri. yalnız bir terapi değil, ayrıca hayat hakkında birçok şey öğreten bir ansiklopedi gibi otostop. tanıdığın farklı kişilikler, gördüğün yeni yerler, göz alabildiğine uzanan doğal güzellikler, yol boyunca çekilen sıkıntılar sağlam bir tecrübe katıyor insana. zaten verdiği heyecana değinmeye lüzum görmüyorum bile. ben bu karman çorman yazıda, en ziyade arkadaşımla yolda karşılaştığımız karakterlerden ve birlikte yaşadığımız duygu yoğunluğundan bahsedeceğim. işin 'yolda olma', 'teslimiyet', 'doğayla ilişki' gibi kısımlarına daha sonra umarım girebilirim.
    on beş saattir uykusuz bir halde sabah saat altı gibi evden çıkıyor ve kadıköyden otostop çekeceğimiz gebze gişelerine varmak için gebze minibüsüne biniyoruz, ikimiz de birçok zıt duyguları bir arada yaşamaktayız, fazla konuşamıyoruz, sadece yol boyunca kaç saatte gidebileceğimizi tartışıyoruz. planımız, gebze gişelerinden binerek daha önce hazırladığımız kartonun ön yüzündeki ‘bolu’ yazan kısmını gişeden geçmekte olan arabalara göstererek bolu’ya, daha sonra kartonun arka yüzündeki ‘samsun’ kısmını göstererek bolu’dan samsun’a iki vasıta ile varmak. tabi bu en iyi ihtimal. ve tabi ki bu kadar basit olmayacağı aşikar. zaten bu kadar basit olsa bu maceranın bir anlamı da kalmaz. amaç biraz da zorluk çekmek, yıpranmak. hemen yanı başımızda samsuna giden bir tır dursa binmeyiz yani. önce bir iki araca binilecek, arıza tipler bize ölüm tehlikesi yaşatacak, ama ölmeyeceğiz, 200 km hızla sol şeritten kayacak, arabaları zig zag yapıp geçeceğiz, sonra adını sanını bilmediğimiz bir yerde bırakılacak ve kaybolacağız, soğuktan donmak üzereyken şefkatli bir kamyoncu bizi alıp şehir merkezine götürecek, daha sonra yılmayacak ve otostopa devam edecek ve yine bir serseri grup tarafından otostop çektiğimiz ana lanet edip duracağız. evet, her şey bir yana, biraz da bunu istiyorduk biz. ve belki de daha kötüsü başımıza geldi.
    yaklaşık bir saat sonra gebe gişelerine varıyoruz. aha lan diyoruz geldik, artık dönüşü yok. hayatımda ilk defa “bindik bir alamete gidiyoz gıyamete” lafını bu kadar anlamlı bir durumda kullanıyorum. gişelere yürüreyek varıyor ve bolu kartonunu göstererek otostop çekiyoruz. lan şansa bak, ilk araç duruyor. böylece bir kırk iki  yaşında, evli çocuklu ve kayınbiraderi kocaeli belediye başkan adayı olan, tokatlı ve yeni model toyota corolla sahibi bir abimiz ile kocaeli’ye kadar yol katediyoruz. daha önce hiç yanımızdan ilk geçen arabayı durdurup otostopla gitmediğimiz ve bugün bu rekoru egale ettiğimiz için mutluyuz kocaeli otobanında inerken.
    ama iş ondan sonra zorlaşıyor. adamın bizi bıraktığı yer öyle bir yer ki, biraz önce indiğimiz gişe gibi arabaların yavaşlamasını geçtim, herifler bizi görmeden hızla geçiyor, mına koduklarım bir de rüzgar bırakıyor arkalarında, onunla uğraşıyoruz. dedik aha işte maceranın sonu, tem otoyolunun ortasında saatte 200km hızla geçen araçların içinde kaldık. ki kalacaktık da. ama on on beş dakikalık bir krizden sonra iş bizim lehimize döndü. sürpriz! mavi bir mercedes durdu önümüzde. sevindik ama otobanın ortasında durup iki genci arabasına alan iki adamdan beklediğimiz tehlikeyi arabaya binince net bir tabloyla idrak etme şerefine ulaştık. ikisinin de kafası bir dünya idi, içtikleri gözlerinden ve konuşma ve hareketlerinin yavaşlığından anlaşıyordu. arkadaşla birbirimize bakıyor ama ne yapacağımızı bilemiyoruz. azami hıza çoktan ulaşmış, sol çeritten yardırıyoruz. herifler yirmi yedi yirmi sekiz yaşlarında gazi üniversitesi son sınıf öğrencileri. ankaralılar. tipleri ve şiveleri ankaralı olduklarını tasdikler nitelikte. ikisi de hayli şişman. çok konuşuyor ve çok gülüyorlar. Yaşadıkları maceraları bize anlatmaya başlıyorlar ve sürekli gülüp gülmediğimizi kontrol ediyorlar. gülmezsen sıçtın. skerler valla. yani gerçekten aklına ölüm geliyor o arabadayken. ölüme en yaklaştığım anlar geliyor aklıma birer birer, çocukluğumda karabükte orman yolunda bisiklet sürerken virajı alamayıp uçuruma doğru giderken son anda ayaklarımı fren niyetine yere sürttüğüm aklıma geliyor. gezi eylemlerinde üzerime doğru gelen tomayı hatırlıyorum. sünnetimi hatırlıyorum. ama hiç bu kadar burun buruna olduğumu hatırlamıyorum. çünkü sonra öğreniyoruz ki adamlar sadece sarhoş değil. adamlar esrarkeş! bunu öğrenmemiz fazla zaman almıyor, mercedese bindikten on dakika sonra bir dinlenme tesislerine giriyoruz, neden girdik anlamıyorum, ve her araba gibi normal park yerini değil, kimsenin olmadığı tenha bir yere çekiyoruz arabayı. lan diyoruz içimizden, noluyo. ibneler torpido gözünden iki paket esrar çıkarıp sarmaya başlıyorlar, ve biz ölüme bir adım daha yaklaştığımızı düşünüyoruz. korktuğumuz başımıza geliyor. iki esrarkeşin sürdüğü bir araba! amuda kalkıp sürsem daha iyi sürerim amk. neyse esrarı sarıp yakıyorlar ve yola devam ediyoruz. şoför olanın her bir fırtında ben biraz daha ölüyorum, samet (arkadaşım) ile gözümüz sürekli yolda. yan koltukta oturanın anlattığı maceraları dinler gibi yapıp gülüyoruz ama götümüz kan ağlıyor. yan koltukta oturan tayfun adlı esrarkeş bize o sırada inanılması güç hikayeler anlatıyor. terör çatışmalarının devam ettiği sıralarda yüksekovaya ‘araba satın almaya’ gittiklerinden bahsediyor bir ara. yine böyle esrar çektikleri bir günmüş, dört şişman fiat uno’ya sıkışıp gitmişler sadece panzerlerin, tankların geçtiği yollardan. daha önce mecburi olarak gülen biz, bu anıda kahkahadan yarılıyoruz. otun da etkisiyle adam cidden sağlam bir hitap yeteneği kazanıyor. şoförse başlarda şüphelensek de, ot çeken, sarhoş ve uykusuz birine göre maksimum güvenilirlikte sürüyor arabayı. sametle bunu görüyor ve birbirimizi yatıştırıyoruz. hayatımız bu kafası güzel abimize bağlı.
    yola devam ettikçe kanımız ısınıyor serserilere, hatta serseri değil, birer adam artık onlar bizim için. istanbul’a birbirleriyle girdikleri bir iddia sonucu gelmişler önceki gece, ilk kez gelmişler istanbula ve hiçbir yer bilmedikleri için fazla gezememişler, bebek sahiline inmişler bir tek. orda sabahlamış ve sabah ankara’ya dönmeye karar vermişler. eh işte kadere bak, otobanın ortasında da anca böyle bir hikayeye sahip olan birileri alırdı. ankara’da sürekli içip sıçarak hayatlarını geçiriyorlarmış. onlar anlattıkça aslında ne kadar iyi yürekli ve kafa (!) karakterler olduklarını anlıyoruz.
    bu iki ankaralı apaçi, normalde esrar içmeye devam edeceklerken bolu dağında karşı şeritte gördüğümüz korkunç zincirleme kaza sonrasında akıllanıyor ve esrar içmeyi bırakıyorlar. iki otobüs, bir tır ve bir arabanın çarpıştığı korkunç kazada, üç dört saat sonra bineceğimiz bir tırın açık radyosunda dinlediğimize göre üç kişinin öldüğünü duyacağız. ankaralı apaçiler anlattıkça anlatıyor, biz de zorla da olsa gülmeye çalışıyor, hep olumlu tepkiler vermeye uğraşıyoruz. artık esrar da içmediklerine göre samet’le bolu’da inip dondurucu soğukta it gibi titreyip otostop çekmektense ankara’ya kadar bu adamlarla gitme kararı alıyoruz. ve kaderin bizi bir araya getirdiği ve eğer kader bir cilve yapmazsa bir daha ömrümüz boyunca hiç rastlamayacağımız bu iki adam ile hayatlarımız kısa bir süreliğine de olsa temas ediyor ve ankara’nın ismini bilmediğimiz bir semtinin samsun yolu istikametinde onlardan ayrılıyoruz. güle güle apaçiler, hoşçakalın esrarkeşler, çok iyi adamlardınız, kraldınız, ne kadar bizi götüm götüm korkutsanız da kalbinizdeki temizliği gösterdiniz bize. esen kalın canlar.
    ankara’ya kadar gelişimiz böyle. evrenin akışına bıraktık kendimizi, yollara düştük gidiyoruz, canımızı tanımadığımız memleketim insanlarına emanet ettik. tezer özlü geliyor aklıma hiç mola vermeden ankaraya iner inmez samsun yoluna doğru otostop çekerken. otostopla avrupayı gezdiği zamanları tasavvur etmeye çalışıyorum, ve sonra “ben hayatı gökyüzü altında bir tatil olarak görüyorum. çalışmayı bile” deyişini.
ankara iğrenç bi şehir. çorak bir araziye kurulmuş, şehir planlamaya dair en ufak bir iz görülmeyen ve çoğunlukla doğan ve şahine sahip somurtuk, arabesk  bir insan kalabalığına sahip yaşanılmaz bir şehir gibi geldi bana. en azından bizim bırakıldığımız muhit böyleydi. gelen geçen bize bakıp gülüyor, modifiyeli şahinlerle geçen safkan apaçiler yanımızdan geçerken bize el hareketi çekiyor, halk otobüsündeki yolcular senkronize bir hareketle kafalarını bize şaşkın bakışlarla çeviriyorlardı. kendimizi çok yabancı hissettik ankarada. bu şehir bizde kötü bir izlenim bıraktı. fakat bir abimiz bize dolmuş parası verecek cömertliği gösterince ankaralılar hakkında yaptığımız genellemenin yanlışlığını idrak ettik. ne de olsa nietzsche’nin dediği gibi “bu da dahil tüm genellemeler yanlış”tı.
    nihayet, bir minibüsle vardığımız otoban çıkışında yarım saatlik bir gayret sonrası direkt samsun’a giden bir tırı durdurmayı başardık. scania marka, içi gayet geniş ve ferah, arkasında rusya’ya ihraç edilmek üzere 25 ton domates bulunan, izmir-antalya-konya istikametlerini takip ederek buraya kadar gelmiş, mustafa isimli, aslen amasyalı ama ailesiyle birlikte samsunda yaşayan, karısını bir metres ile aldatan, sekiz yaşındaki çocuğunda kemik büyümesi hastalığı olan bir şoföre sahip bir tırdı bu. aslında bu herif hakkında anlatacağım pek bir şey yok, çünkü bu tıra bindiğimizde artık o kadar mayıştım ki adamın ne anlattığını, nerede olduğumuzu ve neler düşündüğümü pek hatırlamıyorum, yol boyunca hep uyukladım. adam tırcı işte, ömrü yollarda geçiyor. arasıra böyle otostop çekenleri alarak çene çalıyor vakit geçsin diye. orjinal bir küfür hafızasına sahip, “götüne kolumu sokayım da sıçama”, “kulağına kolum girsin” gibi kol fetişisti bir anlam dünyası var. bizim ev sahibine benziyor tipi. dediğine bakılırsa yüksüz halde otobanda amına koyuyormuş sol şeridin. bilmiyorum. tırcı işte. adamın evi, tırı. acayip bir ilişkisi var tırıyla. sanki biz yokken, yalnız başınayken onunla sohbet ediyor gibi geliyor bana. bir de gerçeğe çok yakın oyuncak bir kedi var tırın içinde, tekbaşınalığını gidermesi amacıyla yerleştirmiş onu. olaylar, olaylar, olaylar işte. kırıkkaleyi, çorumu, amasyayı, merzifonu sırasıyla geçiyor ve yedi saat gibi bir sürede ankaradan samsuna varıyoruz anlayacağın sayın okur.
    samsuna vardık varmasına, ama bu maceranın en çileli kısmı tırcının bizi indirdiği yerden samsuna merkezine gitmek oldu. lan saat sekiz olmuş hava kararmış, kimsenin geçmediği tenha bi yol. otostop çekiyoruz durmuyorlar. Merkez desen yürüsen bir saat, ama hava buz gibi. minibüs falan da geçtiği yok. kaldık bildiğin. ıkındık ıkındık, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, halimize bak! eh işte bizim de imtihanımız bu demek ki. kırk beş dakika o soğukta otostop çektik umutsuzca. neyse ki bir minibüs durdu, içi boş, bir lazın sürdüğü. adama gitmemiz gereken yeri söyledik tam olarak, tamam deyip sürmeye başladı, yolda maceramızı anlatınca bize kanı ısındı. sonra da o anlatmaya başladı derdini, içmiş belli. derdi de büyük zavallının. anlatıyor da anlatıyor. derdi olmayan da almıyor zaten otostopa... laz şoför bizi istediğimiz yere kadar bıraktı, tam inerken parayı vericektim, adam olur mu öyle şey dedi, reddetti almayı, ve selametle deyip gitti. dedim işte lan helal olsun, adamsın. kralsın. seni derde sokan ölsün. seni üzen cehennemde yansın. montla sıçsın.
    samsun. 19 mayıs. bandırma. merhabalar. geldik işte. lan az önce üsküdarda sıcak odamda film izliyordum ben noldu bi anda? filmden bitince de ders çalışacaktım noldu? hey gidi. hu hayat nası bişi lan? john lennon ne güzel demişsin be aga: “hayat sen planlar yaparken başına gelenlerdir” diye. yaşamımın en uzun günlerinden biriydi şüphesiz. müthiş bir tecrübeydi. benzersiz bir maceraydı. yolda olmak ve yaşama olduğu gibi teslim olmak... ve bunun yalnızca 13 liraya mal olması...
    daha bu ne ki? daha neler neler yapılır... yeter ki yaşama cesaretin olsun!

15 Şubat 2014 Cumartesi

vatandaşı soyup soğana çeviren film


"yetmedi, ne yapsam yetiremedim..."

   çıplak vatandaş, bu dönemde televizyonlarda yayınlanması mümkün olmayan sertlikte siyasi göndermeler içeren bir film. başrolde şener şen oynuyor ve dar gelirli bir memurun geçim mücadelesini konu alıyor. ibrahim memur maaşıyla geçinmeye çalışan sıradan bir vatandaş. fakat gelin görün ki hükümetin durmadan yaptığı zamlar ibrahimin geçinemez hale gelmesine yol açıyor. ve ek iş olarak limon, taraftar şapkası satmaya, bir lokantada bulaşıkçılık yapmaya başlıyor. lakin bütün bu çabaları bile yeterli olmuyor. nihayetinde yukarıda gördüğünüz tablo ortaya çıkıyor.
   çıplak vatandaş, hâlâ güncelliğini koruyan harika bir eser. bu linkten izlenilebilir:  http://www.vipfullhdfilmizle.com/ciplak-vatandas-izle/

14 Şubat 2014 Cuma

yürümek üzerine

            
   bu kitaba idefix’te dolaşırken tesadüfen denk geldim. isim itibarıyla, yüce insan, rahmetli hümanist erasmus’un deliliğe övgü ve ülkemizin yetiştirdiği önemli psikologlardan gündüz vassaf’ın cehenneme övgü isimli kitaplarını hatırlatması, bende kitap hakkında güzel bir iz bıraktı. aslında satın almak hiç aklımda yokken bir arkadaşla ‘kitabına’ girdiğimiz bir iddiayı kazanmam sonucunda bu kitap elime geçti.
   yürümeye övgü, günümüzde unuttuğumuz bir şeyi hatırlatıyor bize: yürümek. arabalı, trenli, uçaklı, asansörlü, yürüyen merdivenli bu yüzyılda “ayaklarımızı kullanarak bir yerden bir yere varmak” artık miladını doldurmuş bir eylem. yıl olmuş 2014 ulan ne yürümesi. Arabamız var bizim. Yürümenin, artık yalnızca bizi bir yere gitmek için ‘destekleyen’ bir eylem haline geldiğini söylüyor Le Breton.
   bu başyapıtın belirlediği asıl yol bu değil. kitap, merkezine, zevk yürüyüşlerine çıkan aylak gezginleri konu alıyor. Thoreau, Laurie Lee, Leigh Fermor, Kazancakis, Rimbaud, Rousseau gibi önemli karakterlerden alıntılar yaparak ilerliyor. gezginlerin tek başlarına yıllar süren uzun yürüyüş yolculuklarını, bu süreçte kendilerini ve dünyayı keşfetmeleri, huzuru ve mutluluğu buldukları, yaşamı tüm derinliğiyle ‘soludukları’ anlatılıyor kitabın büyük bölümünde. bu bir amaca bağlı olmayan keyif yürüyüşleri, alternatif bir yaşamın mümkün olduğunu gösteriyor bize. yaşadığımız bu demir kafesten kurtulup özgürlük yollarına düşen insanların varlığı beni mutlu ediyor. ve cesaretlendiriyor onlar gibi bu yola yelken açmaya. Bazen tutunamayanların turgut’unu getiriyor akla, bazen yolda’daki cassady’i.
   yürüyüş yolu sürprizlerle dolu. ama bu sürprizler, kinder surprizden çıkan oyuncaklar gibi değiller. daha çok terslik şeklinde ortaya çıkıyorlar. gündüz güneşin kavurucu sıcağı, gece ise dondurucu soğukla mücadele ediyor gezginler. yeterli paran ve erzağın yoksa, açlık ve susuzluk büyük bir probleme dönüşebiliyor. hele bir de ayakkabın dandikse... mahvoldun! yürüyüşte en önemli şey sağlam bir ayakkabıdır diyor gezginler. her şeyi geçtim, rimbaud aşırı yürümekten bir bacağını kaybediyor. richard burton ve john speke bir hastalığa tutulup kör oluyorlar. düşünebiliyo musun? ben ürperiyorum. yağmur, fırtına, vahşi hayvan falan, zaten onları hiç söylemiyorum.
   le breton, her ne kadar bir yürüyüşçü rehberi hazırlamadığını söylese de, kitabı bitirdiğimde kendimi uzun bir yürüyüş yapmaya hazır hissediyordum. kitap yürümeye teşvik ediyor, ve bunda haklı. kitap boyunca yürümeye o kadar çok övgüde bulunuyor ki yazar, buna ikna olmamak elde değil.
   bir sabah erkenden, ayağınıza ayakkabınızı, sırtınıza bir miktar giyecek, yiyecek ve kitapla dolu çantanızı geçiriyor, ve yollara düşüyorsunuz sayın okur. yapayalnızsınız. her gün hesap vermek zorunda kaldığınız kişiler, yataklarında mışıl mışıl uyumaktalar. geçmişin pişmanlıklarından, geleceğin kaygılarından uzakta yol almaktasınız. çevrede sizden başka kimse yok. doğayla baş başa, kuşların ve böceklerin seslerini dinleyerek, kentlerin seslerinden uzak yürüyorsunuz... bir plan yapmak yerine evrenin akışına güveniyor, yeni doğan güneşin vücudunuzu gıdıklayan sıcaklığıyla birlikte, tüm gündelik dertlerinizi kafanızdan silmiş bir halde yol alıyorsunuz bilmediğiniz diyarlara. yaşamın özündesiniz. 2014 yılının istanbul’unda değil, takvimden bağımsız sonsuz bir zamanın herhangi bir anındasınız. homo sapiens değilsiniz, türk değilsiniz, erkek kadın hiç değil, müslüman değilsiniz, vatandaş da değilsiniz, hiçbir sıfatınız yok bir canlı olmaktan başka. yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, bir sincap gibi yaşıyorsunuz. belki bir arabayla üç saatte alacağınız yolu koca bir günde alacaksınız, ama önemli olan bir yere varmak değil, mühim olan bir yere varma yolunda ilerlerken yaşadıkların, öğrendiklerin, deneyimlediklerin, yani sonuç değil, sürecin ta kendisi... yoruluyorsunuz, hemen bir ırmağın kenarında bir ağaç buluyor ve onun altında dinleniyorsunuz. bu ırmakta vücudunuzu ve giysilerinizi yıkıyor, giysileriniz güneşte kururken yanınızda getirdiğiniz kitabı okumaya başlıyorsunuz, hiçbir dert, keder olmaksızın. geçmişin pişmanlıklarından, geleceğin kaygılarından uzak... karşınıza çıkan insanlarla şakalaşıyor, şen sohbetler ediyorsunuz. yanınızdan geçen trene el sallıyorsunuz yolcuları hiç kıskanmadan, hatta onlara sitem ederek. yağmur yağıyor, bir mağaraya saklanıyorsunuz. küçük bir köye varıyor, belki bir köylünün evine misafir oluyorsunuz o gece. kendinizi, doğayı, ve diğer insanları tanıyor, keşfediyorsunuz bu yolculukta. yaşamı keşfetme yolunda bir ibadete dönüşüyor bu yürüyüş. siz de bir hacı oluyorsunuz böylelikle... hayal etmesi kolay, ama gerçekleştirmesi cesaret isteyen bir iş. büyük bir tehlike, heyecan ve maceranın beklediği bir keşif yolculuğu, belki de ucunda sizi ölümün beklediği macellanvari bir son.
   başka bir yaşam mümkün, ama buna cesaret edecek yüreğimiz var mı?

fatih akın ile köprüyü geçmek


“recep şuranın haline bak, dümdüz yere su doldurmuşlar...”
   crossing the bridge bir fatih akın belgeseli. alman müzisyen alexander hanke’in istanbul’da çıktığı bir müzik yolculuğunu konu alıyor. belgeseli izlerken İstanbul’un kültürel zenginliğine bir kez daha hayran oluyor ve iyi ki bu topraklarda doğdum diyorsunuz. ama 12 eylül’le birlikte azınlık müziklerinin yasaklanmasını duyunca ülkedeki siyasi sisteme lanet çakmadan geçemiyorsunuz.
   yaşadığımız coğrafya hem batı hem doğu kültürünün bir arada bulunduğu bir köprü. ne tam anlamıyla batılı, ne de doğuluyuz. bu paradoks, zihni olarak bazı kimlik problemlerine, varoluş travmalarına yol açsa da, arada kalışımız iki ayrı bilinci anlamamızı, böylece hiçbirini göz ardı etmeden fikri bir alt yapı oluşurabilmemizi sağlıyor. belki dünyanın başka bir ülkesinde doğduğumuzda kendi kültürümüze çakılıp kalacakken, iki kültüre de yaşama imkanı sağlayan anadolu bizlere müthiş bir kültürel zenginlik sunmakta. fakat gelin görün ki bu eşsiz kültürün farkına varma meselesinde büyük problemlerimiz var. ancak belirli bir olgunluğa geldikten sonra şartlar müsaitse kendi bilincimizle algılayabilme imkanı buluyoruz. egemen sınıf ise bu karma kültürün kendini ifade edebilmesini kolaylaştıracağı yerde bundan rahatsız oluyor ve bunu görmezden geliyor, hatta yasaklıyor kendi rengini, çeşitliliğini.
   belgesel boyunca bizlere baba zula, erkin koray, duman, replikas, ceza, nefret, mercan dede, mevlevi selçuk, roman müzisyen selim sesler, bulgar müzikleri söyleyen brema mccrimon, siyasiyabend, nur ceylan, aynur, orhan gencebay, müzeyyen senar, sezen aksu gibi her biri farklı müzik kültürlerine sahip türk müzisyenler eşlik ediyor. rock, rap, tasavvuf, roman, balkan, alternatif, kürt, arabesk, musiki, pop ve benim bilmediğim daha bir çok farklı müzik türünün tek bir şehrin çatısı altında barınıyor oluşu heyecanlandırıyor beni. müzikten anlamam. ama muazzam bir müzikal çeşitliliğe sahip bir memlekette yaşadığımız aşikar.
   bu arada söz konusu belgeselin izleme linki de aşağıda olup muhataba bir tık kadar uzaklıktadır: